Vita Gazette

Le notizie dall’Italia.

Film Eleştirisi: Tanrı’nın Eli

Ayfer Selamoğlu

Hayatta hepimizin canını yakan çok önemli dönemler vardır: çok sevdiğimiz birinin ölümü gibi; cok kıymetli bir şeyimizi elimizden almaları gibi; Ya da ideallerimizin engellenmesi gibi… Böyle dönemlerde, istisnasız her birimiz acı denizinde yüzmeye başlarız. Ama zaman geçtikten sonra o acıların yeni bir şeyler öğrettiğini ve farklı kapılar açtığını fark ederiz. Ve yeniden kulaç atmaya başlarız. Ve şükrederiz! Yaşananlar Tanrı’nın Eli midir?

Dünyaca ünlü Arjantinli futbolcu Diego Maradona 1986 Dünya Kupası maçında Arjantin formasıyla İngiltere’ye eliyle gol atmış ve eleştirilere, “o el Tanrının eliydi” diye yüksek perdeden seslenmişti. Bu yaptığı siyasi teşbihle, 4 yıl önce yaşanan Falkland Savaşı’nda adalara el koyan İngiltere’ye kinlenen Arjantin halkının hislerine tercüman olmuştu. Hayatın ilginç tesadüflerle dolu olduğu gerçeğini tam da bu noktada yeniden fark ederiz. Maradona’nın İngiltere’ye attığı intikam golü, Napoli’de de yeni yetme bir gence kadar ulaşacak ve Maradona hayranı 16 yaşındaki Fabietto’nun hayatını bir gün içinde değiştirecektir… 

Paolo Sorrentino’nun yazıp yönettiği “Tanrı’nın Eli” (È stata la mano di Dio), İtalya’nın Oscar’ı olarak görülen David Di Donatello’da da en iyi film, en iyi yönetmenle birlikte 5 dalda ödül aldı. Napoli’de doğup büyüyen Sorrentino, The Hand of God filmiyle sarsıcı bir trajedi yaşadığı topraklara dönüyor ve geçmişiyle hüzünlü bir yolculuğa çıkıyor. Sırtını Napoli’ye dayayan yönetmen, geçmişteki anıları mutluluklarıyla, kahkahalarıyla, kayıplarıyla, trajediyle ve dersleriyle hafızasında bir araya getiriyor. Ve otobiyografik izler taşıyan bu filminde hayat derslerini, büyüme sancılarını ve kendi yolunu çizme hikayesini anlatıyor. Bunu da Maradona ile Fabiettonun kaderlerinin kesiştiği, mucizeyle trajedinin birbirine karıştığı bir dünya kurgulaması üzerinden yapıyor.

Sorrento, yolculuğunun kahramanı olarak 16 yaşındaki Fabietto’yu yaratıyor. Klasik eğitimi alan, uyumlu, sakin, Dante’den konuşan Fabietto ergenlik döneminde bir gençtir. Çok arkadaşı, sevgilisi yoktur ama dürüst ve eğlenceli komünist bir baba, neşeli, şakacı ve hayat dolu bir anne ile şefkatli ağabeyinden oluşan sıcacık bir evi vardır. Fabietto ailesinin konforlu kucağında keyifli bir ergenlik dönemi geçirmektedir. Zamanının çoğunu ailesine, kalabalık ve eğlenceli akraba toplantılarına ayırmaktadır. İlham perisi Patrizia teyzenin çekiciliğinden etkilenen Fabietto’yu diğer aile bireyleri ile metrelerce uzanan geniş masa sohbetlerinin içine dalmışken, tekne turlarında, yüzerken ve çok eğlenirken görüyoruz. Hep birlikte gülüyor, eğleniyor, şakalar yapıyor ve kavga ediyorlar. Bu doğallığa güneş, deniz ve martılar da eşlik ediyor. Boynundan hiç çıkarmadığı kulaklığından müziğe, kiraladığı VHS kasedinden sinemaya düşkünlüğünü anlarız. Babasıyla izlemeye fırsat bulamadıkları son kiraladığı filmin adı, “Bir Zamanlar Amerika”dır. Sorrento başlangıçta kurguladığı bu sahneyle filmin kodlarını izleyiciye verir. Sonuç olarak yaşanan trajediye kadar Fabio’nun mutlu ve eğlenceli bir hayatı vardır.

Film, hayatı, sonsuzluğu ve huzuru simgeleyen mavi deniz ve tutkuyu simgeleyen ve “çufff…  çufff…”sesleriyle ilerleyen sürat teknesiyle başlıyor. Sonra Sorrento kamerasını Fabietto’nun küçük ailesi ve kalabalık akrabalarıyla mutlu olduğu anlara çeviriyor. Arjantinli futbolcu Diego Maradona’nın Napoli futbol kulübüne transfer olacağı haberleri ile film ilerlemeye başlar. Bu, her ikisinin de hayatını etkileyecek olayların  başlangıcıdır. Daha sonra yetişme çağındaki Fabietto’nun bir resim albümü gibi sıralanan hayatının parçaları ekrana yansır.

Bu resimlerden en önemlisi, annesiyle babasının dağ evine gittikleri sahnedir. Nihayet hayal ettikleri dağ evine ve yanan bir şömineye kavuşmuşlardır. Mutlu bir günden sonra sonra koltuklarında uykuya daldıklarını görürüz. “Yorgunluktan” diye düşünürken bu uykunun karbondioksit gazından kaynaklandığını öğreniriz. Bu, Fabietto’nun varlığının temellerinin çöktüğü, yok olup gittiği ve yerlerine donuk, mutlak, baş edilemez bir acının geldiği noktadır. Fabietto ailesiyle değildi. Eğer, Maradona’nın maçına değil, ailesiyle birlikte dağ evine gitseydi, o da anne ve babası gibi ölmüş olacaktı. Babasının doğum gününde kendisine hediye ettiği Maradonalı maç bileti, kurtuluşu olmuştu. Bu, filmde ‘Tanrının Eli’ olarak yorumlanır. Nitekim yaş almış akrabalarından birisi cenaze töreninde Fabietto’ya sorar: “Sen kayağı seversin. Neden orada değildin?” Fabio, “maç olmasaydı ben de gidecektim” dedikten sonra ,“Bu, Tanrı’nın eli. Seni kurtardı”cümlelerini duyarız. Sorrentino kutsal bir çağrışım da yaptığı filmini babasının maç biletini verirken söylediği sözlerle dengeler: “Tanrı’ya değil, bana teşekkür et.” Bu dengeleme esasında Napoli’nin karakterini yansıtır. Çünkü bu şehirde kutsal ve dindışı aynı şeydir, semboller her şeydir…  

Fabietto, başına gelen korkunç olayla birlikte, değişecek ve büyümek zorunda kalacaktır. Ama aldığı derslerle hayat yolunu da bulacaktır…

Fabietto öncelikle Maradona’dan bir ders alır. Antrenmanda takımdan ayrı, sürekli serbest vuruş çalışan yıldız futbolcuyu hayranlıkla izlerken abisiyle birlikte hayata dair bir ders çıkarırlar. Abisi bu dersin ne olduğunu Fabietto’ya fısıldar. “Ben yapamadım. Sen de onun gibi azimli olmalısın.”

Oyuncu olmaya çalışan abisi Marchino’nun katıldığı seçmeler sırasında, Federico Fellini’den başka bir ders alır. Fellini, sinemanın gerçekten sapma, uzaklaşma anlamına geldiğini ama gerçeğin berbat bir şey olduğuna inanmaktadır. Bu sözler ona daha sonra en zor günlerinde yol rehberi olacak ve mutluluk adasına ulaşacaktır. Fellini’ye olan hayranlığı filmin her parçasında onun filmlerinden esinlendiği sahnelerle kendini gösterir.

Sinema tutkusunun şekillenmesinde Napoli’li yönetmen Antonio Capuano da en az Fellini kadar önemli bir rol oynar. Filmin sonlarında Capuano’nun karşısına çıkar ve “Kimsem yok. Yalnızım. Sinemacı olmak istiyorum” der. İşte o noktada aksi ama dürüst ve iyi kalpli biri olan Capuano’dan hayatının dersini alır. “Hayatta herkes yalnızdır. Kimse seni yalnız bırakmadı. Seni terk etti. Asla kontrolünü kaybetme. Sinema yapacaksan anlatacak bir hikayen olmalı. Ama cesur musun? O halde hikayeni anlat” der.  Capuano gerçek hayatta da Sorrento’nun ustasıdır.

Fabietto, üst kat komşusu yaşlı Barones’le ergenlik sancılarından kurtulur. Kocası öldükten sonra kimseyi dairesine almayan Barones, ilk kez Fabietto’yu eve giren bir yarasayı çıkarması için çağırır. Sorrentino’nun kapıya yerleştirdiği cinsel aksesuardan içerde olacakları tahmin ederiz. Fabio yarasıyla birlikte cinsel özgürlüğüne kavuşur. Bununla kalmaz, Fabietto, ilişki sonrasında Barones’ten, “Bundan sonra beni görmeyeceksin, geleceğe bakacaksın” dersini de alır.  Bunu dikkate alan Fabio, Tıpkı Fellini’nin söylediği gibi gerçeklerden, acılardan kaçarak mutlu olacağı adayı, sinemayı seçer.

Filmin finalinde Fabietto’yu Roma’ya hareket eden bir trene binip Napoli’yi terkederken görürüz. Sorrentino’nun deyimiyle acılardan kaçmak için yaşadığı şehri terk etmektedir. İsmi artık Fabio’dur. Roma’ya geldiğinde trenin durduğu istasyonların birinde, teyzesinin bahsettiği küçük keşişi istasyonda görür. Sevimli keşiş şapkasını çıkarmış ve Fabio’ya arkasından el sallamaktadır.  Bu, Tanrı’nın eli midir?

Ama şunu biliyoruz: Ekranı delip geçen bir kahkaha, o kadar bulaşıcı ki. Birkaç dakika içinde hayatın ne olduğunu anlamanızı sağlayan bir kahkaha: Napoli’de “bir ısırık” derler, çünkü hızlı, net ve sonra biter. Ve bu nedenle, dünyanın ne kadar adaletsiz olduğuna gülebilirsin, acına gülebilirsin, her şeye gülebilirsin, çünkü gözyaşların bittiğinde, kendini geri almak ve kendini hayata geri vermek için gülmen gerekir. Sorrento, o trajedi içinde bize kahkaha attırmayı başarıyor…

error: Content is protected !!