Evrenin İncisi Amalfi Kıyıları
Ayfer Selamoğlu– Amalfi denince kelimeler peş peşe diziliyor yüreğime, beynime, dilime. Ama kıyafetsiz kalıyor kelimeler. Sonra “bu büyülü coğrafya anlatılmaz, sadece yaşanır” diyerek, ‘Dolce Vita’ tadındaki yollara düşüyorum…İtalya’nın güneyinde, Sorrento ve Salerno arasını inci bir kolye gibi saran Amalfi kıyıları, ilk görüşte aşkı yaşatan bir güzellik rotası. Unesco’nun “Evrenin Değerleri” listesinde yer alan bu güzeller güzeline kimisi şiirler, kimisi şarkılar, kimisi hikayeler yazmış. Masmavi gökyüzünü, mis kokulu limonlarını, zeytin bahçelerini, üzüm bağlarını, turkuaz denizini, kat kat renkli kasabalarını, hepsi ayrı bir dünyaya açılan tünellerini ve cömert bahçeleriyle çiçeklerini düşündüğümüzde, zamansız güzele yazılan dizeler bitecek gibi de görünmüyor.
Arabayla çıktığımız yolculukta Napoli levhasını gördükten sonra, parke taşlı meydanlardan, tramvay yolundan, Vezüv Yanardağı’nın yanından geçtik. Sonunda kıyı boyunca kıvrıla kıvrıla giden bir yola girdik. Bir yanımızda sarp bir dağ yükseliyor diğer yanımızda sarp bir eğim denize iniyordu. Dar patikalardan yavaş yavaş ilerliyorduk. Büyük araçlarla karşılaştığımız zaman, arabayı kenara çekmek zorunda kalıyor, onlara yol veriyorduk. Sonunda rüyalar ülkesine gelmiştik.
İlk durak mükemmel iklimiyle, konumuyla antik Roma’dan beri çekiciliğini koruyan Sorrento’ydu. Uçurumun tepesine kurulmuş şehre arabamızı park ettikten sonra yürümeye başladık. Portakal, limon, limonçelle kokularıyla, pastel renkli binaların arasından geçerek Piazza Tussa’ya geldik. Meydana yakın bir otele rezervasyon yaptırmıştık. Eşyalarımızı bırakıp, şehri keşfe çıktık. Sorrento, dik uçurumları, kristal berraklığındaki suları, dev gül ağaçları, zeytinlikleri, limon çiftlikleriyle büyüleyiciydi. Sahilde tembellik yapabilirdik. Ama ben bu şirin kasabanın tadını çıkarmak istiyordum.
Piazza Tussa’nın tam ortasında, kalabalığı yaran Bar Ercolano’yı çok sevmiştik. Midyeli ve istiridyeli spagetti’yi Tenuta Madre şarabımızla birlikte yedikten sonra Sorrento’nun sokaklarında dolaşmaya başladık. Meydanın, caddelerin ışıltısını emdikten sonra Sorrento sahiline yakın Marina Grande balıkçı limanına indik.
Sonra gün batımını kaçırmamak için Villa Vomunale Park’a çıktık. Limanın panoramik manzarası muhteşemdi. Gün batımı romantikti. Romalılar buraya Serenlerin ülkesi diyormuş.
Böylesine büyüleyici bir yerin büyüleyici destanları olması normaldı. Meydana yakın bir restoranda pizzalarımızı yedikten sonra otelimize geçtik. Ertesi gün Bar Ercolano’da kahvaltımızı yaptıktan sonra Positano’ya doğru yola çıktık.
Tepede, arabayı park ederken, John Steinbeck gibi “Gerçek olamayacak türde, rüya gibi bir yer” diye çığlık attım. Sarp kayalıkların üzerine kurulmuştu. Limonlu, sardunyalı kat kat bahçelerin arasında beyaz, pembe, şeftali, kayısı tonundaki evler aşağıya doğru, ‘Babil’in Asma Bahçeleri’ gibi uzanıyordu. Sonsuz maviliği, sahili ve karşı dik yamaçtaki tablo güzelliğindeki evleri izleyerek dik yokuştan sahile doğru yürümeye başladık. Aşağıya inen dar sokaklarda yerel butikler, yöreye özgü seramiklerin satıldığı dükkanlar, limoncello ile her türlü kahveyi içebileceğimiz cafeler, hediyelik eşya satan mağazalar ve büyüleyici güzellikte oteller sıralanıyordu. Karşımıza sık sık lacivert üzerine sarı limon ya da güneş desenli seramik çiniler çıkıyordu.
Yüzlerce basamak indik, çıktık. Sıkışık şirin binaların önünden geçtik. Plajın hemen arkasında, ilginç kubbesi her yerden görünen bir kilise vardı. İsminin Santa Maria Assunta Katedrali olduğunu öğrendiğimiz kilisenin kubbeli çatısına renkli çinilerle desen yapılmıştı. Biraz ileride küçük teknelerin sallandığı, pırıl pırıl turkuvaz bir deniz uzanıyordu. Positano beni büyülemişti. “Ölümsüzlük ülkesi burası olmalı” diye fısıldadım. Sonra plaja bakan bir otelin restoranına girdik. İstiridyeli spagetti ile beyaz şarabımızı beklerken mozzarellalı suppli’den yedik. Denizin, Akdeniz kokan zeytinyağının, taze bazilikanın ve sarmısak tadının birbirine karıştığı makarnamız muhteşemdi. Yemeğimizi bitirmek üzereyken iri hasır şapkalı, güneş esmeri yaşlı bir adam gitarı eşliğinde boğuk ve hüzünlü bir sesle Napoliten aşk şarkıları söylemeye başladı. Daha sonra tramisu eşliğinde ekspressomuzu içtik. Otelimize eşyalarımızı bıraktıktan sonra plaja geçtik. Spiaggia Grande plajı mutlu, neşeli, göz alıcı insanlarla doluydu. Bizde şezlong kiralayıp, muhteşem deniz ve Positano manzarasına doğru uzandık. Limon kokulu sularda neşeli balıklarla birlikte yüzdük. Büyüleyici, manzara eşliğinde ılık rüzgarlı denizin tadını çıkardık. Yüzerken, John Steinbeck’in, “Orada olduğunuzda bu büyülü yerin farkına varmak imkânsız gibi, ancak ayrıldığınızda sürekli aklınıza gelecek ve o zaman büyüsünü hissedeceksiniz” sözlerini anımsadım. Bu büyüyü şimdiden hissetmeye başlamıştım…
Ertesi gün Amalfi’ye doğru yola çıktık. Bu yolculuk senfonisinin her anının tadını çıkarmak için camları açtık. Şiirsel bir doğanın içinden kıvrıla kıvrıla, limon ağaçlarının saldığı huzur kokularını içimize çekerek ilerliyorduk. Dar yollarda giderken Andre Gide’nin yürümeye çalışırken nasıl at arabası altında kaldığını gülümseyerek hatırladım. Yüksek sarp kayalıklar, denizin üzerindeki yamaçlara oturtulmuş sevimli köyler, denize doğru sarkan kat kat süslü bahçeler, turkuvaz sular ve yeşil dağların arasından geçerek Amalfi’ye vardık. Cerreto Dağı’ndan aşağıya kıvrılarak inen karayolundan zümrüt sulara, kıyısında uzanan sahile baktığımızda bir başka güzel manzara karşısında büyülenmiştik.
Arabamızı park ettikten sonra Amalfi’nin merkezi Piazza Del Duomo’ya geçtik. San Andrea Kilisesine çıkan merdivenlere oturduk. Çeşme, kafe ve restoranlarla çevrili şirin meydandaki hareketliliği izleyerek, huzurlu insanların yaydığı enerjiyi içimize çektik. Fas, Gotik, Norman mimarisinin izlerini taşıyan, romanesk çan kulesiyle dikkat çeken San Andrea Katedrali’nin meydanında dinlendikten sonra kendimizi meydanın karşısında uzanan sahile attık. Okşayıcı hafiflikteki denizin tadını çıkarırken bir zamanlar Amalfi’nin İtalya’nın en güçlü deniz cumhuriyeti olduğunu, Akdeniz deniz ticaretinin 11.yy’da çıkarılan dünyanın en eski deniz yasası ‘Tavole Amalfitane’ ile yönetildiğini hatırlıyorum. Deniz sonrası bizi Ortaçağ dönemine taşıyan Cennet Manastırı’na gittik. Amalfi aynı zamanda Avrupa’nın kağıtla tanışmasını sağlayan ticaret merkeziymiş. Bu nedenle şehrin tepesine kurulmuş, kağıt müzesi ile kağıt yapımında kullanılan değirmen millerinin yer aldığı Değirmenler Vadisi’ni görmeyi ihmal etmedik.
Meydana serilmiş kafede Aperol Spritz’lerimiz eşliğinde bir şeyler atıştırdıktan sonra dik bir yamaç üzerine kurulu, Andre Gide’nin, “Gökyüzüne denizden daha yakın” dediği Ravello’ya limon ağaçlarının vanilya benzeri mis gibi kokuları arasında çıktık. Bu denizden çok yüksekte şirin kasaba tertemiz havası, mükemmel manzarası, muhteşem bahçeleri ve villalarıyla büyüleyici bir görüntüye sahipti. Bundan olsa gerek Boccaccio’dan Wagner’e pek çok kişiye ilham vermişti. 10. yüzyılda kurulan Ravello, 18. yüzyılda Napoliten-Barok stilinde yeniden inşa edilmişti. Kat kat havuzlarla, heykellerle, çiçeklerle süslü, teras gibi denize uzanmış Ravello’nun huzurlu sokaklarında besteci Richard Wagner’in besteleri yankılanıyordu. Duvarlarda iki hafta sonra başlayacak Ravello Müzik Festivali’nin tanıtım afişleri asılıydı. Richard Wagner 1880’de Parsifal operasının bir bölümünü burada bestelemiş. Onun için her yıl onun anısına müzik festivali düzenleniyordu.
Bu yıl da kasabanın limon ağaçlarıyla, sardunyalarıyla, ortancalarıyla, heykelleri ve çeşmeleriyle süslü villalarından Rufalo’da bu gösteriler başlayacaktı. Duvarlara asılmış festival programlarını hayranlıkla izleye izleye zamansız Ravello’nun dar sokaklarında dolaştık.
Deniz, güneş, estetik, tarih, sanat, sükunet, güzel yemekler, müthiş şaraplar, sımsıcak İtalyanlar ve bolca huzurla geçen Amalfi kıyıları yolculuğumuzu en iyi özetleyen cümle, “Kalbim, Amalfi kıyılarında kaldı” oldu. Steinbeck’in dediği gibi büyülenmiştik…
Condividi: