Bir Roma kahvesi efsanesi: Antik Caffè Greco
Ayfer Selamoğlu
Roma’nın tarihi şehir merkezinde yürüyorum. Önüme serilen her meydan, her köşe başı, her arnavut kaldırımlı sokak farkında olmadan beni geçmişe doğru sürüklüyor. Anıtlar, dikilitaşlar, heykeller, havuzlar arasında zaman koridorunun kapıları açılıyor, antik dünyadan, Rönesans’a, oradan Barok dönemine geçiyorum…
Sonunda Avrupa’nın en zarif ve nezih caddesi Via Condotti’ye varıyorum. Trinita Dei Monti Kilisesi, Piazza de Spagna’da bulunan İspanyol Merdivenleri’nin tepesinde nadir bulunan bir mücevher gibi parlıyor. Bernini’nin ‘La Fontana della Barcaccia’sından başlayarak tepeye doğru bir bakış atıyorum. Soluma dönüyorum. Trinita Dei Monti’nin görkemli basamaklarının dibinde, yaklaşık iki buçuk asırdır yaşayan efsane 86 numara karşımda duruyor. Antico Caffè Greco’nun kapısını görür görmez içime bir huzur doluyor…
Sıkıntılarımı, telaşımı, yorgunluğumu bir şal gibi dışarıda bırakıyor, kırmızı renklerle ve ahşapla kaplanmış sıcacık havasıyla beni karşılayan Roma’daki ikinci evime giriyorum. Her zaman olduğu gibi efsanevi atmosferi, kültürel yankılarla dolu zarif iç mekanları, antik mermerden yapılmış düşündürücü masaları ile büyüleniyorum…
Yaklaşık 300 yıldır edebiyatçı, şair, yazar ve ressamlardan oluşan entelektüeller grubunun buluşma noktasında, dün bıraktığım yerden kitabımı okumaya devam edecek, yazılarım için minik notlar alacaktım. Köşedeki kırmızı kanepeye oturdum. Önümdeki küçük mermer masayla okumalarıma ve yazılarıma konsantre olabilirdim artık. Siyah fraklar içindeki garsonlardan biri güler yüzlü bir nezaketle geldi. Aromalı kokusuyla beni sarhoş eden espresso ile çikolatalı Pralineria siparişimi verdim…
Çantamdan çıkardığım kitabımı okumaya başladım. Başımı kaldırdığımda bir ressamın, şövalesini açmış resim yapmakta olduğunu gördüm. Bu Guttuso’ydu. ‘Il Caffè Greco’yu çiziyor olmalıydı. Fırçasını bıraktı, kapıdan girenleri izlemeye başladı. Birini bekliyor gibiydi. Gözleri bana gelince durdu. İtalya’nın en saygın ressamlarından, denemeci ve politikacı Renato Guttuso bana gülümsüyordu. Biraz sonra ressam ve yazar Giorgio de Chirico içeri girdi. Piazza di Spagna’daki evine taşındığından beri, her sabah şehir merkezindeki sokakları dolaşıyor, öğlen saatlerinde bir şeyler içmek için Caffè Greco’ya geliyordu. Guttuso ile selamlaştıktan sonra yanımdaki küçük masaya oturdu. Chirico cappucinosunu içiyor, Guttuso çiziyordu. Lord Byron yazmakta olduğu şiire ara vermiş, kafenin eşsiz güzellikteki lavabosuna doğru yürüyordu. Giderken o muhteşem dans figürlerinden birini keyifle sergiliyordu…
Barın hemen yanındaki masada Arthur Schopenhauer oturuyordu. Çok sevdiği ‘dünyanın ruhu’ isimli beyaz kaniş köpeği de yanındaydı. Goethe ilerideki büyük masada önündeki kağıda bir şeyler yazmaktaydı. Aynı masada Gogol, “Ölü Canlar” isimli kitabını, az ilerisindeki Stendhal çok sevdiği İtalya’dan ‘İtalya Öykülerini” yazıyordu. İki sandalye ilerisinde Hans Christian Andersen çocuklara anlatacağı masallardan birini düşünüyordu. O da ne! Viktor Ivanov da buradaydı. “Caffè Greco” isimli resmini çiziyordu. Hayranlıkla etrafı izlerken Bavyera Prensi’ni karşımda gördüm. O da benim gibi kırmızı kanepeler, mermer masalar, aynalar ve sanat eserleriyle dolu zarif ve zengin iç içe geçmiş salonları hayranlıkla izliyordu…
Bir ses, “Hanımefendi, kahveniz” diye seslendi. Başımı çevirdim. Siparişimi alan Caffè Greco kültürüne sahip, kibar garsondu. Trastevere’de başlayan zaman yolculuğum sürüyordu.
Bu normaldi! Rakamlar dışında her şey aynıydı. Kuruluşundan bugüne felsefesi değişmemişti. Bu efsane mekan 1760 yılında, bir Yunan beyefendisi Nicola Della Maddalena tarafından 4 oda ve 150’den fazla sanat eseri koleksiyonu ile kurulmuş. Ünlü Fransız yazar ve denemeci George Steiner, “Avrupa onun kafeleridir” demişti. Eski Kıta’nın tarihi edebi kafelerini gerçek kurumlar olarak görüyordu. Çünkü seçkinler, Avrupa’nın en seçkin kulüplerinin masalarında her şeyi tartışmak için bir araya geliyordu Ve bu etkinlikler Avrupa oturma odalarını edebi, politik ve gelenek kültürünün araçlarına dönüştürüyordu. Böylece Paris’ten Venedik’e, Viyana’dan, Lizbon’a ve Roma’ya kadar kafeler, her türden sanatçının kavşak noktası, dönemin kamuoyunu etkileyebilecek Aydınlanma mekanları haline geliyordu. Caffe Greco da bu özel yerlerden biriydi. Bugün ölümsüz şehrin sembolü, şehrin merkezindeki yürüyüşlerde masalsı bir durağı temsil ediyor. Ünlü eserlerinden birini bu yere adayan ressam Renato Guttuso’nun bugün Madrid’de sergilenen eseri gibi, bu mekana çok sayıda sayfa ve şiir ayrıldı. Birçok yazar, filozof, ressam, heykeltıraş ve müzisyen, Caffè Greco’nun mükemmel bir edebi kafe olmasına katkıda bulundu. Müzisyenler, tarihçiler, prensesler ve kardinaller bu kafenin müdavimleri oldu. Savaş ve işgal yıllarında düşünürlerin, yazarların muhaliflerin sığındığı ve düşünsel tartışmalarını yaptığı kültür mekanına dönüştü. Bu tür edebi tartışmalar, Roma’nın önde gelen kültür, edebiyat ve sanat şahsiyetlerinin katılımı ile halen yapılıyor. Her ayın ilk çarşambası, özellikle Roma kentini sevenler başta olmak üzere, eski bir bilginler ve akademisyenler topluluğu olan “Romanistler Grubu” burada buluşuyor. Eğer ayın ilk Çarşamba günü Caffè Greco’ya giderseniz Omnibus salonundaki entelijansiya toplantılarına şahitlik edebilirsiniz…
Kalite adına 250 yılı aşan bir tarih: Caffè Greco her dönemde kalitesinden ve felsefesinden asla ödün vermedi; kapısını açtığı ilk günden beri, sunduğu her üründe en iyi kaliteyi araştırmaya ve seçmeye kendini adadı; savaş dönemlerinde bile kalitesini değil fincan boyutunu küçülterek ayakta kalmaya çalıştı; Müşterilerine aynı lezzette ürünlerini sunmaya devam etti.
Haydi siz de kendinize sürekli tüketimi değil, kaliteyi hediye edin. Arada sırada da olsa adı Caffè Greco olsun…
Condividi: